Sonisphere Festival 2010 - İstanbul Kritik

Sonisphere Festival 2010 - İstanbul Kritik



Yıllardır ülkemizde Heavy Metal'in ağır toplarını görebilmek neredeyse imkansızdı.
Ama son yıllarda organizatörler bu işte ekmek var deyip bizleri sömürmek adına sağolsunlar bu grupları getiriyorlar.
Şöyle bi baktığımızda kimler gelmiş gitmiş;

Judas Priest
Scorpions
Whitesnake
Def Leppard
W.A.S.P.
Dio
Manowar


Sadece birkaçını saydım. Arttırmak serbest :P

Sonisphere dediğimiz bu şey 11 ülkede gezici festival olarak nam salmış bir oluşum.İlki geçen sene yapılmış ve bu sene de bizi de ziyaret ettiler.Tabi her ne kadar bir Download Fest, Rock Am Ring, Wacken kadar olamasalar da büyük bir yükün altından kalkıyorlar.
Herhangi bir ülkeye getirdikleri grubu başka bir organizasyon zar zor getirirken bu arkadaşlar 11 ülkeye götürüyor.

Festivalin bu seneki ayağında başı çeken grup çoğu yerde Metallica diğer yerlerde Iron Maiden.
Metallica gittiği ülkelere special guests i Heaven And Hell i de götürecekti fakat Ronnie James Dio' yu kaybettiğimizden ötürü bu gerçekleşmedi. Buradan kendisini yine saygıyla anıyoruz.

25.06.2010 İlk gün:


Bu yazıyı okuyan herkes festival programını bildiği için yazma gereği duymadım.

İlk gün işlerimden dolayı biraz geç gittim. Saat 19.00 gibi tribündeki yerimi aldım. Daha doğrusu boş bulduğum yere oturabildim. Herkes kafasına göre oturmuştu. Alice in Chains i ucundan yakaladık. Ne yalan söyleyim pek dinlemedim kendilerini. Bi Man in The Box bilirim başka bişey bilmem :p

Afro-Amerikan bir vokale sahipler William Duvall. Vokali iyi güzel hoştu. Grubun seyirciyle pek bir etkileşimi olmadı. Bilindik İstanbul lafları..

Neyse günün headliner ı Rammstein a sıra gelmişti. Sahneye siyah perde indirip hazırlıklara başladılar. Elemanlar şarkıya girer girmez perde indi arkasından Almanya bayrağı seyirtti. Demekki kollarında kolpadan kırmızı bant taşıyor arkadaşlar. Tüm stat kendisini Alman hissetmediyse na böyle oliyim.

Rammstein da pek dinlemem icabında. Haliyle ergen metalci kardeşlerimiz çokçaydı. Her ne kadar şarkıları bilip huaaa diye çığırsa da millet bi kaç şarkı dışında eşlik edemediler. Almanca yani boru değil bu.

Efendime söyleyeyim böyle alevli ışıklı patlangaçlı gösteriler filan. Sahnede adam yakmalar, tüfekle havai fişek atmalar, arkada bomba patlar gibi patlıyo ama bi çıktısı olmayan bişeyler.. Finali de bildiğimiz çimento harç aracının ince uzun versiyonuyla millete köpük attırmayla bağladılar.

Müzikal olarak bi boka yaramayan grup afedersiniz. Gaza gelmeniz bunun iyi olduğunu göstermez. zaten millet onca şovu görünce gitaristlerin yardırmaya çalıştıklarını şeyine takan olmadı. Bu grupta kendisini müzikle değil şovla satıyor. İyi de beceriyolar.

Millet 2. biss i beklerken çıktım eve geldim. Öyle birşey olmamış tabiki.

26.06.2010 2. gün:


1. güne göre daha güneşli bir hava vardı. Saat 16.00 ya yaklaşırken stada giriş yaptık. Murder King' in sonuna yetişmiştim. Bildiğimiz MK işte konuşulacak fazla birşey yok. Arkasından Danimarkalı Volbeat çıktı. Gerçekten iyi bir performans sergilediler. Johnny Cash' i andılar sağolsunlar varolsunlar.

Volbeat' ten sonra festival için abes kaçtığı düşünülen Hayko sahne aldı. Valla ne yalan söyleyeyim anlamsız screamlardan başka bişey anlamadım. Bazı true metalcilerin protestosu olmadı değil. Tabi Hayko da lafını esirgemedi. Manowar çıkana kadar, süremiz yettiğince çalmak zorundayız dedi vesselam. Belki kitlenin gönlünü alırım diye Dio tşörtleri çekmişler. Güzel bişey tabi bu..

Sıra geldi Manowar' a.. Seyirciyle etkileşimleri gayet iyiydi. İyi de çaldılar, ses sisteminde fazla aksaklık çıkmadı. Eric' in mikrofona çok yüklenmiş olacaklarki
çoğu zaman enstrüman seslerini bastırdı. Joey De Maio mikrofonu aldı eline yine sallayıp durdu ona buna şuna. Türkçe yaptığı konuşma kitleyi bayağı bi azdırdı. Halbuki Manowar nereye gitse o memleketin diliyle konuşuyor. Bizlere has birşey değil yani. Ronnie James Dio' yu anmaları güzel bir olaydı. Heaven And Hell kavırıyla iade-i itibar yaptılar bir nevi..


Arkasından Accept sahne aldı, Manowar' a ayıp olmasın diye stadı terkeden true metalci kardeşlerimiz neyi kaçırdıklarını öğrenmişlerdir umarım. Metal Heart ile yaptıkları giriş bizi bizden aldı. Mark Tornillo gayet UDO çakması göründü gözüme. Giyim kuşam filan. Setlist tamamen UDO döneminden oluşuyordu. Bence Mark hakkını da verdi. Arada sırıtsada iyi iş çıkardı. Arada bi bas solo bi gitar solo vardı. Davul solosu da olması gerekiyordu. Bence bizimkiler ağa saat geç oldu diyip programdan kıstılar. Turn Me On' u çalıyorlardı çünkü, en çokta onu bekliyordum. Yoksa çalarlardı eminim. 2 kez biss yaptılar. Tam bir HardnHeavy kapanışı oldu.

Yine çileli bir şekilde evimize döndük.

27.06.2010 3. gün:


Big Four sebebiyle biraz erken gitmek mecburiyetindeydim. Çünkü kimse koltuk sırası dinlemiyor, bulduğu yere oturuyordu. Güvenliğin bu konuda ne bir yaptırımı ne de bir uyarısı oldu. Gittik bulduk yerimizi. Foma ya yetişebildim. Pek alakadar olamadım. Hava diğer günlere göre daha yakıcıydı. Herkes heyecanla Anthrax' ı bekliyordu. Ses sisteminin aksaklıkları kendini göstermeye başlamıştı. Scott Ian o kadar kendini yırttı fakat ses sistemi yüzünden fazla birşey alamadık kendisinden. Tekrar geleceklerini belirttiler sağolsunlar. Sahneden indikten sonra herkesi sabırsız bir bekleyiş aldı.


Sıra Megadeth' de idi. Soundcheck ile bayağı uğraştılar diğer gruplar gibi. Sonra Dave abiyi gördük çekmiş beyaz gömleğini. Her zamanki kuul tavırlarıyla sahnede ordan oraya yürüyordu. Bildiğimiz gibi Holy Wars ile giriş yaptılar. Ama ses o kadar cılız ki şarkıyı bilmesek bi bok anlamayacağız. Chris Broderick yardırıyodu fakat duyana aşk olsun. Seyirciyle etkileşimi en iyi olan Chris' ti. David Ellefson da ondan geri kalmadı. Dave sinirden ne yapacağını bilemiyordu tabi. Setlist tamamiyle hitlerden oluşuyordu. Böyle bir setlisti başka Megadeth konserlerinde göremezsiniz. E artık Dave in canına tak dedi gitarıyla amfiyi devirdi. Adam haklı beyler.. Zaten adam güneş yüzünden gözünü açamadı hiç. Allah' tan bize giydirip gitmedi.
Elimizden geldiğince kendisini memnun etmeye çalıştık.


Sıra Slayer ile kudurmaya gelmişti. Megadeth' e göre ses sistemi biraz daha iyiydi. Tom Araya rahatsızlığından dolayı hb yapamadı canı sağolsun. Pis pis sırıtıp durdu konser boyunca. Kerry de ne kafa varmış yalnız, salla salla biz sallabaş olduk. Sıcaklığın verdiği yorgunluktan mıdır nedir, Slayer' da görmek istediğim kitleyi göremedim pek. Konserleri iplemez bi tavırla izlediğim için yorgunluktan oturup öyle izledim kısmen.. Müzikten alabildiğinizi alabiliyorsanız nasıl izlerseniz izleyin sorun yok.
Deneyin faydalarını göreceksiniz.

Slayer' da indikten sonra milletin aylarca beklediği Metallica sahneye çıkacaktı. Sahneye atlayan her görevlide hurraa çeken kitleye bir anlam veremedim pek. Geçen arada ne yapalım ne edelim diye düşünen kitle meksika dalgası yapmaya başladı. Bokunu çıkarana kadar yaptılar. Önümdeki İsrailli lavuğu bile gaza getirdiler, daha ne diyeyim. Maça gelmiş gibi Metallica' ya tezahürat etmeleri de işin cabası..


Görevlilerin itinayla boşalttırdığı merdiven boşluklarında artık adım atacak yer kalmamıştı. Herkes konser öncesi gerekli yiyecek içecek stokunu yapıyordu.
İyi, Kötü ve Çirkin' in son sahnesi ekranlarda gösterildikten sonra Metallicağa Creeping Death ile sahneye çıktı. Tabi benimde artık bazı ihtiyaçlarımı gidermem gerekiyordu. Metallica çıkmış arkadaş, bütün tuvaletler, standlar bomboş. Lavaboya girmemle Fade To Black' i duymam kendimi bir garip hissettirdi. Ne yalan söyleyeyim Metallica nın en sevdiğim şarkısıdır. Fazla da münasebetimiz olmaz kendileriyle. (Böyle belirtince metfan olmadığım belli olsun dimi canlarım benim ahah)


James yine her zamanki şebekliklerini yapıyordu. Setlist gayet hoştu, eskilerden çalıyolardı. Kirk Hammet iyi öttürüyordu. Basçı Rob mudur nedir, bass solo
atıyordu herhalde 2 notaya basıp durdu. Ses sistemi fevkaledenin fevkindeydi. Pek içerledim yalnız. Death Magnetic turu olmasına rağmen albümden en fazla 3 şarkı çalıyorlardı. Biss e çıktıktan sonra Budgie' ye selam edercesine Breadfan' ı çaldılar. Tabi şarkıyı bilen pek eden yok. Bende beklemiyordum çalacaklarını. Şarkının hastası olan bir arkadaşa dinleteyim dedim velakin kendileri busy idi. Sağlık olsun. Yine bildik alevli Metallica şovları filan, yine yandık ettik.

Tabi sıra son şarkıya geldi. Seek & Destroy çalmadan inmeleri ayıp olurdu. Havai fişeklerin atılmasıyla şarkıya girdiler. Bir gözüm sahnede bir gözüm trafikte.
Trafiğin yoğun olması korkutuyordu beni tabi. Saat geç olmuş, eve gidecek araç bulmak gerçekten zordu. 2 saat kadar boyunca Metallicağa sahnede kaldı.
Sonra herkes mutlu mesut evlerine dağıldı.

Eve dönüş resmen eziyet gibiydi yine. Konser çıkışı bir arkadaşla buluşup onunla gittik. Eve varmamın en büyük etkisi arkadaşımın insanüstü çabalarıydı. Kendisine teşekkürlerimi iletirim buradan!!

Ayrıca 3 gün boyunca beraber takıldığımız arkadaşlarıma da teşekkürü borç bilirim. Tek başına çekilmiyor bu konserler arkadaş.

Tatmin olmak olmamak arasında gidip geldim epeyce, hala da kararsızım :p

Festivalden akılda kalanlar;

- Güvenlik görevlilerin sanki maça gelmişiz gibi davranmaları(bozuk para,çakmakların toplanması, vs...)
- Yiyecek içecek standlarında iyi geçirilmesi. (Bira ya 7,5 tl verilir mi lan? Bira da bira olsa aq)
- Çoğu zaman suyun tükenmesi insanların çişlerini içecek raddeye gelmesi, ayıptır be arkadaş..
- Ses sistemi headliner gruplar haricinde rezalet ötesiydi.
- Kategorilere göre bilet alanların bunları hiç iplememesi, güvenliği kafaya aldığınız zaman istediğiniz yere girebiliyordunuz.

Festivalden zararlı çıkanlar;
- Seyirciler haha

Festivalden karlı çıkalnar;
- Organizasyon sahipleri (çok güzel cukka oldu)
- Stad çevresi esnaflar


Velhasılı kelam, stadlar sadece tek konserler için kullanılmalı kanaatimce, saatlerce ergonomisi dandik koltuklarda oturmak insanı mazoşist hissetiriyor.
Herhangi bir düzen sağlanamıyor. Yine de kazasız belasız geldi geçti. Slayer sahnedeyken bir arkadaş bayılmış bişey olmuş. Umarım iyidir kendisi. Değmez olm lan valla bak!!

Bu yaz da bu kadar metalcilik yeter artık. Kafamız iyi şişti haa!!


Ender Koçyiğit (general_einstein)



Brazil (1985)




"-Peki terörist kamplarının 13 yaşa kadar düşmesini nasıl açıklıyorsunuz? (Sunucu)
-Acemi şansı ehehe!!! (Bakan) "

1985 yapımı kült sayılabilecek Terry Gilliam filmi. Hoş her Terry Gilliam filmi külttür benim gözümde.. Tam bir distopya filmi.!! Benim izlediğim versiyonu, sonu mutlu son olmayandı. Tabi mutlu sonu ne kadar iyi olmuştur izlemediğim için bilemeyeceğim.

O yıllarda eldeki imkanlar dahilinde görsellik olarak pek birşey verilemese de seyirciye film, yine de zamanına göre bomba efektlere ve görselliğe sahip. Her ayrıntısı düşünülerek yapılan filmleri seyre doyum olmuyor açıkçası. Soundtrack açısından da doyurucu film. Filmi izledikten sonra filmin Brezilya ile ilgisi ne var?? diye düşünüp düşünüp kahroluyordu insanlar. Yalnız benim kahrolmam kısa sürdü. Şimdi tamam sırf soundtrack te kullanılan şarkı Brazil diye filmin ismi de bu olmaz. Bunun nedeniyle ilgili yaptığım bi araştırmada şunu buldum. Terry baba filmin ilhamını nereden aldığını şöyle dile getiriyor.

"Bir gün Port Talbot’ta kumsalda oturmuştum. Port Talbot, herşeyin gri demir cevheri tozuyla kaplandığı bir çelik şehridir. Hatta kumsalı bile tozla doludur ve simsiyahtır. Güneş batıyordu ve gerçekten çok güzeldi. Bu zıtlık olağanüstüydü. Kafamda şöyle bir imge oluştu; bir adam bu kirli plajda oturuyor ve portatif bir radyodan Brazil gibi garip, hayalperest latin müziklerinden birini dinliyor. Müzik bir şekilde onu alıp götürüyor ve dünyasını daha az gri yapıyor."



İlginç bir anektot ise bu film harbici Brezilya' da yasak. Niye yasak bende bilmiyorum.

Film şunu anlatıyor bunu diyor şuraya dikkat çekmek istiyor demek haksızlık olur bence. Daha derin düşünülürse bu film arada kalmışların filmi. Özgür olmak mı yoksa hayatını krallar gibi yaşayıp başkalarının boyunduruğu altına girmek mi?? Seçileni mi sevmek yoksa yalnız mı yaşamak?? Evet piyasada toplum kavramından uzak toplumları, sistemi ve bürokrasiyi itin dötüne sokan çok film gördük. Ama Terry Gilliam yapınca her bir sahne de vaaay diyorsunuz. İnsanlık kendinden öyle vazgeçmiş ki, aga sen naabıyon diyen yok hiç. Teknolojiye sonsuz güven duyan insanoğlu onun hata yapmayacağını sanır. Film başlarken bu çok ufak hatayla başlar ve olaylar gelişir. Suç tamamen teknolojide değildir. Çünkü insanoğlu insanlıktan çıkmış, her işi aletlere, cihazlara yüklemiş. Ne de olsa hata olmaz. Ama hata olunca da telafi aşamaları evlere şenlik.

Hele hele başroldeki abinin evine gelen tesisatçıların durumunu bunu kanıtlar gibi. Ve sonda da dedikleri gibi boka batıyoruz birader derler. Bu gidişata dur demek isteyenler ise her sistemde olduğu gibi burada da terörist yaftasına maruz kalıyorlar. Bürokrasi öyle başını alıp gitmiş ki, işemeye bile formla gidiyorsunuz. Dejenerenin dejeneresi olmuş bir toplum sergilemeye çalışan Gilliam öyle bir sahne çekmiş ki düşünüyor insan. Toplu taşıma aracında herkes oturuyor sadece bir kişi ayakta. O da sakat bir abla. Olay basit görünebilir evet. Ama o Gilliam abinin tasarladığı bu distopya 10 yıl içinde cereyan etti. Ağlayalım mı gülelim mi şimdi halimize?? İsteyen banane der geçer isteyen dağa çıkar. Bizim ülkemizde dağa çıkarsan olur. Öyle 2 biber gazı yiyim oturayım aşağıyla sistem karşıtı olunmaz. (Milleti galeyana getiriyorum diye içeri alırlarsa şaşırmayın :P)

Adam uyarmış, kendinize çeki düzen verin diye. Zaten şemsiye gireceği kadar girmiş, açılmasını engelleyin bari diyor bariz şekilde..!!

Oyunculuklar fevkaladeydi kanımca. Jonathan Pryce gerçekten göstermiş kendini cümle aleme. Her karakter inanılmaz işlenmiş. Hiç uymayan bir insanı getirin tak uydurayım filme familyasından Terry Gilliam. Tabi Robert De Niro ya değinmeden olmaz. Çok fazla görünmese de filmin manası açısından cuk oturan bir rol(Harry Tuttle) verilmiş. Kendisi için kaçık tesisatçı terimini uygun görüyorum. Filmde herşeyin başlagıncı da kendisi bir nevi. Herşey onun yüzünden olmuş gibi. En baba terörist ahah..

Sam Lowry yani başrol karakteri arada kalmışlardan birisiydi zaten. Gerçekliğini düşlerinde yaşıyor abimiz. O gerçekliği düşleyenler gerçekten iyi iş çıkarmış. Tasarımlar, mekan seçimi, kostüm olayı süper. Soundtrackler zaten insanı uçuruyor.

Sakin kafayla izlenmesi gereken bir film. Her bünye kaldırmaz aman diyim!!

Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel Garcia Marquez




"Anneme söyleyin, insan öleceği zaman değil ölebileceği zaman ölür"

Aureliano Buendia

Nobel ödüllü GGM abimizin şaheseri. Dünyanın sayılı eserleri arasında kendine yer edinmiş güzide bir kitap..

Sağolsun Can Yayınları kitabın çıktığı 1967 yılından 17 yıl sonra 1984' te ülkemizin kitapseverlerine kazandırmış. Benim elimdeki basım ise 39. basım. Kitabın ne denli başarılı olduğu buradan da anlaşılıyor icabında.

Yaklaşık 350 sayfadan oluşan kitabı okumaya başladığınızda bambaşka bir dünyada hissediyorsunuz kendinizi. Daha ilk satırlarda sanki dünyanın nasıl kurulduğuna gidiyorsunuz. Kitabın kurgusu çok başarılı. Çeviri de gayet güzel olmuş, pek beğendim.

Kitabı okudukça sürekli realizm-sürrealizm arasında gidip geliyorsunuz. Anlatım o kadar başarılı ki neyin gerçek neyin gerçek olmadığını kavrayamıyorsunuz bir türlü. Zaten Marquez amcanın yapmak istediği buydu. Tabi kitabı hakkında gerçek dışında zerre birşeye rastlayamazsınız demiş, eh bu da bir nebze olsun insanı rahatlıyor bu bağlamda..

Yayınevinin düşündüğü birşey mi bilmiyorum ama kitabın başındaki soyağacını sürekli dönüp dönüp kontrol ediyorsunuz. O kadar çok Aureliano ve Jose Arcadio var ki, kim hangisiydi insan şaşırıyor. Mekan ise GGM amcamızın doğduğu yer yani Kolombiya' nın kuzeyinde bulunan Aracata kasabası, sanırım şu an şehirdir herhalde :p Tabi kitapta doğrudan bir ismi kullanmayıp Macondo ismini vermiş doğduğu kasabaya. Kasaba halkı geçen senelerde kasabanın ismi Macondo olarak değiştirilsin diye teklif götürmüş yetkililere fekat reddetmiş sayın abilerimiz.

-----------------SPOILER---------------

Soyağacının başında bulunan Jose Arcadio Buendia amcamız buraya gelir ve çevresindekilerle birlikte burayı yaşanılabilir bir hale getirmeye başlar. Herşeyin başı Jose Arcadio amcamız. Kasabanın bir ekabiri varsa o da kendisidir. Kendisinden başka da kimse yoktur zati. Ondan habersiz ne birşey yaparlar ne de bir işe kalkışır Macondo' nun körpecik halkı.. Dışarıdan gelen insanlara karşı hem korku hem merak besler bu millet.. Çingeneler diye geçer kitabın başında, Ondan sonra kasaba geliştikçe giden gelenin haddi hesabı olmaz.. Bu çingenelerden biri vardır ki, adı Melquiades idir. Buendia sülalesinin yaşam biçimini kökten değiştirmiş de diyebilirim şahsen bu saygıdeğer dedeye. JAB amca ile o kadar sıkı ahbap olurlar ki yedikleri içtikleri ayrı gitmez. Affedersiniz bu dötü boklu çingene dededen öğrendikleri hayatını esir alır resmen.. Simyaya merak salar ve kayışı kopartır. Evin hanımı Ursula nine ise evi çekip çekiştiren tek insandır o zaman. Çocuklar büyüdükçe, aile genişledikçe yine bütün yük O'nun omuzlarındadır. Ağacın dibinde ömrünü çürüten JAB amcamızı hiçbir zaman ihmal etmedi ayrıca. En büyük oğulları Jose Arcadio bir kıza kapılıp terkeder Macondo' yu. Tanrının bir işaretiymiş gibi, ufak bir kız çocuğu gelir aileye. Sorgusuz sualsiz kabul ederler Rebecca' yı.. Küçük oğlan Aureliano ise babasının izinden gitmeye kararlı gibidir. Kızkardeşleri Amaranta ise kendi halinde yaşantısını sürdürmektedir. Tabi bu zamanlarda JAB amcamız daha ağacın dibinde yatıp kalkmaya başlamamıştı.

Çocuklar büyüdükçe dertleri de büyür oldu haliyle. Kasabaya gelen bir yabancıya göz koyar Amaranta ile Rebecca. Aralarında kıyasıya bir savaş başlar, ta ki ömürlerinin sonuna kadar. Aureliano ise kasabaya atanan hakimcağızın kızlarından en küçüğünü beğenir ve onla evlenmek ister. Güzel Remedios!! Körpe yavrucak daha hayatın ne olduğunu anlayamadan göçüp gitti ve Aureliano' nun hayatı başlı başına değişti. Liberallere katılıp Albay oldu ve yıllar boyunca savaştı. Önsezi yeteneği ile herşeyden haberi oluyordu nerdeyse. Ailesinden kilometrelerce uzakta olmasına rağmen her olan biteni biliyordu adeta.. Gün gelir JAB amca göçer gider dünyadan ve sevgili dostu Melquiades' e ulaşır. Aureliano döner gelir, Melquiades' in odasına kapanır ve saatlerce onun ruhuyla konuşurdu. Melquiades' in odasına kendini hapseden sülalenin veletleri kayış kopuk biçimde devam ederlerdi hayatlarına.. Uzaklara giden Jose Arcadio gelir Rebecca ile evlenir. Aureliano' yu infazdan kurtarıp kendisi de bi zaman sonra intihar eder. Rebecca ölene kadar o evden adımını atmaz dışarı. Amaranta ile Rebecca arasındaki savaş aşık oldukları Pietro Crespi öldüğü zaman bile bitmez. Amaranta eline siyah yazma bağlar Crespi öldüğü zaman. Kız ehli kız olduğunu elaleme gösterir gibi. Hep içine kapanık biri olarak göç etti o da..

Yıllar akıp gidiyordu ama ayakta tek kalan kişi Ursula'ydı. Sülale genişledikçe genişlemiş, işler çığırından çıkmıştı. Kendisi olmasa aileyi ayatak tutabilen kimse olamazdı kanımca.. Aureliano' da son nefesini verdi birgün.. 17 farklı kadından 17 çocuğu olmuştu. Sofia' dan olan ikizleri ise aynı evde yaşıyorlardı. Ve artık kasabanın ileri gelenleri onlar oldu. Ursula yıllara inat körleşmesine rağmen hala dimdik ayaktaydı. Birgün geldi o da boyladı tahtalıköyü..

Artık sülale son demlerini yaşıyor gibiydi. Ev ile ilgilenen kimse kalmamıştı. Çürümeye terkedilmişti adeta. Aureliano Segundo' nun kızları kendilerine farklı yollar çizmişti. Çocuklar olmadan evvel kasabaya yerleşen Amerikalılar, tüm yaşamlarını altüst etti. Amerikalılar' ın kurduğu muz şirketinde yıllarca amele muamelesi gördü Macondolular. Kendilerince yaşamaya çalışanlar, hayatlarından memnun olan insanlar artık başkalarına muhtaçtı.. Grev mrev derken büyük olaylar yaşandı Macondo' da ama herkes seyircisiz kalmıştı bu duruma. Sonraki nesiller bunu asla bilmeyecekti. A. Segundo' nun kızı Meme' nin gayrimeşru ilişkisinden olan Aureliano ise yeni bir umut gibi göründü aile için. Teyzesi Amaranta Ursula kocasıyla Belçika' dan döndüğünde bile Melquiades' in odasından çıkmıyordu. Kendini onun yazdıklarını çevirmeye, anlamaya adadı.

Feleğin bir oyunuydu sanki Amaranta Ursula ile Aureliano' nun ensest ilişkisi. Tabi kimse bilemezdi Aureliano' nun Meme' nin oğlu olduğunu.. Bu ilişkiden çocukları oldu ve ailenin en çok korktuğu başlarına geldi. Doğan çocukların domuz kuyruğuna sahip olması!! Bunun üzerine Aureliano kim olduğunu araştırdı araştırdı ama bulamadı bir türlü. En sonunda Pilar Ternera' yı buldu. 145 yaşını devirmiş bir çınar. Sülalenin yarısı da neredeyse ondan olmaydı. İlişkilerinden korkup kaçanlar bu kadına sığınırdı sülalede.. Ondan da birşey öğrenemedi. Doğum sonrası fenalaşan Amaranta hayatını kaybetti. Sülaleden bir Aureliano bir de doğan çocuk kalmıştı.

Melquiades' in notlarını bitirmeye karar verdi Aureliano ve acı gerçekle yüzleşti. Bu çingene dedemiz sülalenin seceresini çıkarmış ve kaderini yazmıştı notlarına.. Tabi ben o sırada okkalı bir küfür basıp kitabı fırlattım.

Melquiades' in dediği gibi; "Soyun atası ağaca bağlanır,sonuncusunu da karıncalar yer"

-----------------SPOILER---------------

Kitabın sonlarına doğru Marquez amcanın kim olduğunu da çakıveriyorsunuz.
Kitabı okuyanlar arasında hep bir tartışma konusu olmuştur, kimin yüzyıllık yalnızlığıydı bu diye.. Kimisi Melquiades der kimisi Amaranta.. Bana göre ise Ursula' nın yalnızlığıydı bu. Ne demek istediğim kitabı okuyanlar açısından daha anlaşılır olur. Zevkle okuyunuz olm bu kitabı..
Resmen kopuyosunuz dünyadan. Bambaşka bir aleme dalıyorsunuz ve hiç çıkmak istemiyorsunuz. Öyle şeyler varki ciddi ciddi 100 yıl gibi geçiyor sanki kitabı okurken..




Dipnot: Marquez amca kitabı 2 yıl gibi kısa sürede tamamlamış velakin evde ne var ne yok satmış eşi. Borçları kapatabilmek için tabi. Bitirdiğinde karısına okutmuş ve ondan teyit alıp ona göre kitabı bastırtmış. Helal olsun diyoruz, saygılar sevgiler..

Bilim-Kurgu, Fantastik Üzerine..




Kimimize göre bu dünyaya sınanmak için gönderildik, kimimize göre ne bok yemeye gelmek için gönderildik. Velhasılı kelam buna hayat diyoruz. Hayat, bazısına banka kuyruğunda 15dk' lık zaman gibi gelir, bazısına göre hiç bitmez. İnsanların çoğu ise hayat dediğimiz kavramın verdiği imkanlarla yaşamını daha güzel idame etmek ister. 7. sanat dediğimiz sinema ise bu kavramın daha cici görünmesini sağlamıştır gözümüze(en azından benim açımdan, o çoğunlukta olmayı hakettiğimi düşünüyorum).

Öyle filmler yapılır ki, insanın hayatını değiştiren film deriz. Sinemanın hayatı cici göstermesi böyle birşey olsa gerek. Öyle ki bazı filmler vardır, bize bahşedilen bu hayat denen şeyin, farklı mekanlarda farklı zamanlarda bile nasıl olacağını/olduğunu gösterip, bizleri şaşırtmıştır. Şaşırtmanın yanı sıra öyle düşüncelere gark etmiştir ki, o filmi izlemeseniz düşünemeyeceğiniz birşey sanki. Bu tarz filmlere bilim-kurgu ya da konusuna göre fantastik deniyor.

Diğer film türlerinden ayırırsak, insanlar bu tarz filmleri izlediğinde hayattan hiçbir zaman alamayacağı zevki bu filmden alacaktır. Hepimiz. En az 10 dakikalığına bile..

Örneklerle açıklasak daha bi güzel olacak, ne saçmalıyor diye düşünüyorsunuz i know that.

Star Wars serisini izleyipte Darth Vader olmak istemeyen, ya da Lord Of The Rings izleyipte oradaki bir karakter olmak istemeyen yoktur diye düşünürüm. İnsanların hayatını bu denli etkiliyor bu filmler.

Herkes hayal etmiştir Tattoine da yaşamayı ya da Rohan' da at koşturmayı. Burcumdan ötürü çok hayalci görünebilirim. Rahatlıkla söyleyebilirim ki, bir insanı hayata sıkısıkıya bağlayan hayalleridir, düşündükleridir.

Bazı filmlerde vardır ki, kainat üzerinde Yaratıcıdan sonra en yüce varlık olan insanoğlunu oturtmuştur filmin merkezine(her ne kadar açıktan açığa gösterilmese de). Bu filmler derin derin düşüncelere salar insanı. En çokta Kubrick' in 2001:Space Odyssey filminde görürüz bunu. Bazı filmlerden örnek verirsek;
Blade Runner' da ne için yaşadığını sorgulayan insan klonları,
District 9' nda farklı gezegenden gelen canlılara bir insanın kucak açması ve bunun tam tersi,
Moon' da bir klonun hayata dehşetle özlem duyması,
Wild Strawberries' te hayatının sonuna yaklaşan birisinin gözlemleri,
Big Fish daha çok zevklendiriyor insanı,
12 Monkeys ise daha uç noktalara kaçıyor bu noktada..
Wall-E çok başka bişey zaten :)

Ayrıca Equilibrium filmini şiddetle tavsiye ederim. Bu yazdıklarıma o zaman anlam verebilirsiniz.


Ve bu işin en güzel tarafı insanların çoğu, bu filmlere anlam veremez. Bunun çok doğal karşılanması yadsınamaz. Sonuçta bunları yaratan da yaşatan da bizleriz.

Oha konuyu nereye bağladım lan..

One Man, Two Poem


Evet Evet

tanrı aşkı yarattığında çoğu insana yaramadı
tanrı köpekleri yarattığında köpeklere yaramadı
tanrı bitkileri yarattığında eh işte idare ederdi
tanrı nefreti yarattığında standart bir hizmete kavuştuk
tanrı beni yarattığında beni yaratmış oldu
tanrı maymunu yarattığında uyuyordu
zürafayı yarattığında sarhoştu
uyuşturucuları yarattığında kafası kıyaktı
ve intiharı yarattığında bunalımdaydı

senin yatakta uzanmış halini yarattığında
ne yaptığını biliyordu
sarhoştu ve kafası kıyaktı
ve sonra dağları ve denizi ve ateşi
aynı anda yarattı

bazı hataları oldu
ama senin yatakta uzanmış halini yarattığında
tüm Kutsal Evren' in üzerine boşaldı.

Etki ve Tepki

En iyilerimizin sonu genellikle kendi ellerinden olur
sırf uzaklaşmak için,
ve geride kalanlar
birinin onlardan
uzaklaşmayı neden isteyebileceğini
bir türlü tam olarak anlayamazlar.


Charles Bukowski

Tavsiyeler

Dinlenmesi Şart Top 20

  1. Charles Aznavour
  2. Journey
  3. Place Vendome
  4. Boston
  5. Fleetwood Mac
  6. H.E.A.T.
  7. Blue Tears
  8. Thin Lizzy
  9. Jane
  10. Praying Mantis
  11. Axel Rudi Pell
  12. Eloy
  13. Firewind
  14. Herbie Hancock
  15. Fight
  16. Talisman
  17. Ella Fitzgerald
  18. Foreigner
  19. Firehouse
  20. Chicago
Çocuklarınız bilim adamı, astrofizikçi, gay doğabilir.

Dinlenmemesi Şart Top 20
  1. Deftones
  2. Slipknot
  3. Korn
  4. Linkin Park
  5. System Of A Down
  6. Hayko Cepkin
  7. Cradle Of Filth
  8. Manga
  9. Jonas Brothers
  10. Good Charlotte
  11. My Chemical Romance
  12. Nihat Doğan
  13. Marilyn Manson
  14. Panic At The Disco
  15. 30 Seconds To Mars
  16. Paramore
  17. Sum 41
  18. Smashing Pumpkins
  19. U2
  20. Cezmi Ersöz
Çocuklarınız sakat doğar.

Cennet ve Güç - Robert Kagan


Amerikalı bir abiden inciler.. Avrupalılar' ın ne kadar fesat ve ABD' nin ne kadar eyvallahçı olduğunu anlatan bir kitap bana göre.. Çoğu kesime göre dünyanın yakın tarihine farklı bakış açısından getirilen yorumlar içeriyor kitap. Aklı selim insanlar bunun zaten farkındadır. Tabi genç zihinlere bu kitabı okutmak çarpıcı gelebilir.

Yeni bir dünya düzeninden söz edilecekse bunun Avrupa ve ABD tarafından yapılması öngörülen bir düzenden bahsediliyor bence. Keza Rusya ve Çin gerek şimdiki düzen olsun gerekse yeni dünya düzeninde olsun yer almaması gereken, büyük tehditler öngören büyük güçler. Yani yeni düzeninde eskisi gibi olacağı daha doğrusu senaryosu yine eski düzen kurucular tarafından yazılması gerektiği kanısı var. Karşıt güçler var olduğu sürece ne yeni düzenden ne de stabil bir düzenden bahsedilebilir. Dolayısıyla Rusya gibi Çin gibi güçlerin absorbe edilmesi şart. Yazarın ABD nin çoğu yerde Avrupa tarafından kukla olarak kullanıldığını çeşitli örneklerle bizlere sunması takdire şayan. Tabi ABD özgürlükler ülkesi olduğu için ne ayağını kaydırdılar ne de fişlediler. Yoksa insanlar çok farklı düşünür. Çok seslilik olan ülkelerin geliştiğini savunsa da yazar, bu tez canımız kanımız Türkiyemiz için istisnai bir durum. Evet ABD de çok seslilik, büyük bir muhalefet gücü var. Ama başa gelenler bu gücün kıymetini bilseler ya da doğru kullanmasını bilseler, şu an ne müttefiklerine ihtiyaç duyardı ne de Avrupa' ya. Bütün dünyada kötülenen bir ülke olmazdı. Ve dünya üzerinde tarafsız, yasalara uyan bir dünya düzenleyicisi konumuna gelirdi.

Yazara göre Soğuk Savaş dönemi ABD ve Avrupa açısından hatta ve hatta dünya açısından çok iyi yönetildiği savunulur. Adı üstünde bu soğuk savaştır. SSCB ye karşı güç kullanmak akılsızlık ve cahillikten öteye gidemezdi. Kimse yeni bir dünya savaşı istemiyordu artık. Zaman dinlenme zamanıydı. ABD akıllı olsaydı bu hassas dönemde ne Vietnam' a girerdi ne de kendisine ters düşen ülkelerde rejim değiştirmeye kalkışmazdı. SSCB akıllılık yapıp bu durum karşısında pek fazla etkin olmamıştır. Ancak kalkıpta ABD nin dibine füzeleri yerleştirmek de pek akıl işi değildi. ABD ye verilmiş bir ihtardır dünyaya göre. " Avrupa' ya pek güvenme, bir boz ayının neler yapabileceğini sen benden daha iyi bilirsin " mesajı vermiştir.

Bütün dünyanın düşündüğü Kennedy' nin savaş karşıtı olduğu ve Nixon' ın ise barış karşıtı olduğu. Ama gel gör ki, Vietnam Savaşı' na giren Kennedy olup savaşı da bitiren Nixon dır. Hiçbir zaman hiç kimse ABD' nin ya da Avrupa' nın gelecekte yapacakları şeyler hakkında öngörüde ya da tahminde bulunamaz. Yazar da bu şüphelerinde çok haklı..

Avrupasız ya da ABDsiz yeni dünya düzeninin olması ilk 50 yıl için gerçekten mümkün değildir. Rusya ve Çin taşları daha yerine oturtamamıştır. Sadece Avrupa buna kalkışabilir fakat Rusya ve Çin hatta İran'ı da sayarsak (Türk siyasetçiler kafa yapılarını değiştirmezse güçten çok gücün yalakası olur Türkiye) yeni ve taze güç iken bunu yapamaz. Yeni dünya düzenine geçiş yapılacaksa eğer en az 20 yıla daha ihtiyaç vardır. Bu bıçak sırtı hali daha uzun bir müddet devam edecektir.

Bu arada Robert abi git bi dişlerini fırçala, tipinde çok sinsiymiş yalnız..